Duygulanım Teori ve Uygulama ; Marjorie Brierley (Çev.)
(Affects in Theory and Practice (1937). International Journal of Psycho-Analysis, 18:256-268 )
Çeviren : Klinik Psk. İbrahim Deniz
Psikanalizin ilk günlerinde duygulanım teoride ve pratikte başrol oynadı. Freud’un ilk hipotezleri, duygusal yükleriyle dinamik hale getirilen düşünceler üzerinden çerçevelenmekteydi. Bu nedenle, histeriğin bastırılmış acı verici anılardan muzdarip olduğu ve tedavinin de bu anıları, anıların bağlantılı duygularının yeterli bir şekilde boşalımı eşliğinde yeniden kurtarılması olduğu ifade edilmekteydi.
Katarsis ile tedavinin özü, duygulanımın boşalımıydı. Ruhsal gerilim ilk olarak duygu-gerilim ve uyumsuz duygu yüklü düşünceler arasındaki çatışma olarak ortaya çıktı. Ancak bir süre sonra Freud’un bastırılmış bilinçdışı hakkındaki soruşturması onu içgüdü sorunları ile karşı karşıya getirdi. Libido teorisinin formülasyonu ve çatışmanın benlik ile cinsel içgüdüler arasındaki çatışma olarak anlaşılması sonucunda düşünce-motor terminolojisi kullanılmaz bir hal aldı.
Günümüzde, dürtünün dili teoride üstünlüğünü korumaktadır. Bu nedenle, düşüncelerin duygusal yüklerinden ziyade nesnelerin yatırımlarından bahsediyoruz ve pratikte bu iki ifadeyi eşanlamlı olarak görme eğilimindeyiz, ancak içgüdü ve duygulanım arasındaki ilişki hiçbir suretle tam olarak anlaşılmamıştır. Zihnin üç katlı yapısının modern konsepti, organize olmayan bir içgüdüsü deposu olan idden çıkan ve farklılaştırılan organize benlik ve üstbenlik sistemlerinin konseptir.
İçgüdüyü ruhsal etkinliğin kaynağı ve uyarıcısı olarak görüyoruz. Zihni, içgüdü gerginliğinin düzenlenmesi için bir aygıt ve içgüdü ile dış dünya arasında aracı olarak görüyoruz. Zihnin gelişimini ilerici örgütlenme, içgüdünün uyarlanması ve değiştirilmesi olarak düşünüyoruz. Yine de gelişimi bir duygulanım kavramı olan kaygı üzerindeki gelişen ustalık olarak düşünmeye alışkınız ve içgüdüsel savunmayı dayanılmaz duygulanımlar ortaya çıkmasına karşı savunma ile eşit tutmakta tereddüt etmiyoruz. Ancak, yakın zamana kadar, acıma, kıskançlık gibi özel duygular hakkında yapılan çalışmalar ve kaygı kavramı haricinde teoride, duygulanımlara çok az dikkat edildi. Gerçekten de, Federn’in (1936) son makalesi literatürdeki ilk sistematik duygulanım teorisini içermektedir.
Teoride bu geçici tutulmaya rağmen, pratikte duygulanım önemini hiç kaybetmedi. Teknik ilkelere ilişkin görüş farklılıkları ne olursa olsun, hiçbir analist hastasının duygularına dikkat etmemezlik yapmaz. Tanı, prognoz ve tedavi kriterlerinin hepsi, duygulanımsal etkinlik üzerine bazı değerlendirmeleri içerir. Gerçekten de hastaların kendileri de bu konuda bizi hiç şüphede bırakmaz. Birkaç istisna dışında her biri, bir tür duygu bozukluğundan şikayet ederler ve duygularındaki değişikliklerle ve onlarla başa çıkma yeteneklerindeki değişikliklerle kendi ilerlemelerini değerlendirme eğilimindedirler. Uygulamada sadece duygulanımsal aktarımının Ariadne ipliğini[1] takip ederek yolumuzu buluyoruz ve bununla temasımızı kaybedersek yoldan sapıyoruz. Duygulanımı, teoride, pratikteki önemi ile daha uyumlu olan bir yere geri getirmenin zamanı geldi. Bu makale duygulanımın bazı temel sorunlarını kısaca gözden geçirerek zemini temizleme girişimidir.
Muhtemelen her analist, duygulanımların içgüdülerle bilhassa yakın bir ilişkiye sahip olduğunu öte yandan duygulanımların aslında benlik deneyimleri oldukları yönündeki genel bir açıklamayı kabul eder. Freud’un yıllar önce söylediği gibi: ‘Mutlaka hissetmemiz gereken, yani bilince girmesi gereken bir duygunun özüdür’ (Freud, 1915 sf. 109-110). Ayrıca, duygulanımların belirli bir tür ya da tarzda benlik deneyimi oluşturduğunu; hem nitelik hem de nicelik bakımından farklılık gösterdiklerini ve bireylerin duygulanımsal etkinliğinin hem kapsam hem de yoğunluk açısından belirgin bir şekilde farklılaştıklarını kabul etmeliyiz. Bu genel ifadeleri daha kesin hale getirmeye çalıştığımız zaman zorluklarla karşılaşmaktayız.
İlk olarak, duygulanım içgüdüyle çok yakından ilişkili olması nedeni ile tam bir içgüdü teorisine ulaşmadan önce duygulanım teorisine varmaya çalışmanın doğru bir sıralama olmadığı iddia edilebilir. Güncel literatür, içgüdü teorimizin hala eritme potası içinde olduğuna dair bol miktarda kanıt sunmaktadır. Ancak, bu tartışma zenginliğini göz önüne alırsak, bu tartışmaların Freud tarafından formüle edilen birincil çalışma hipotezlerinin gözden çıkarılması yönünde değil, bu hipotezlerin özellikle gelişimin erken aşamalarına yönelik artan bilgilerimize daha uyumlu formlarda yeniden incelenmesi ve yeniden düzenlenmesi yönünde bir eğilim gösterdiğini görmekteyiz. Örneğin, libido teorisi yanlış değildir; sadece şu an başlangıçta belirtildiği şekliyle, bazı açılardan yetersiz ve bazı açılardan ise çok katı görünmektedir. Ayrıca, ölüm dürtüsünü ya da onun çeşitleri olan “Destrudo” (Weiss,1935) ve “Mortido” yu (Federn, 1936) kabul edip etmememizin ya da saldırganlık içgüdüsü gibi daha kolay gösterilebilir formlarına yaslanıp yaslanmamızın duygulanım çalışmalarımız açısından çok fark yaratmaması gerekmektedir. Örneğin, Ernest Jones (1929) tarafından izlenen korku, suçluluk ve nefretin karşılıklı ilişkileri herhangi bir bakış açısına göre değişmez. İçgüdü teorisini beklemek şöyle dursun detaylı bir duygulanım çalışmasının içgüdü teorisinin bazı sorunlarının çözümüne katkıda bulunmasını beklemek oldukça makul görünmektedir. Ernest Jones tarafından tanımlanan duygulanım katmanları, kökensel dizilere karşılık gelmektedir. Bu dizilerin ve Glover’ın (1935) duygulanımların birleşimi [İng. Compounding) üzerine ne dediği hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak, zihinsel gelişimin aşamalarına, evrelerine veya pozisyonlarına yararlı bir indeks sağlayabilir.
İçgüdü ve duygulanım arasındaki ilişki hakkındaki düşüncemiz, itkilerin kendilerinin bilinçli olup olmayacağına inanıp inanmamaya göre değişecektir. Freud: “İçgüdü kendini bir düşünceye bağlamadıysa veya kendini duygulanımsal bir durum olarak göstermediyse, onun hakkında bir şey bilemeyiz.” (Freud, 1915 sf. 109) der. Zihinde bir düşünce ya da bir duygulanım olarak temsil edilebilecek içgüdü düşüncesi, Nunberg (1932) tarafından da ifade edilmektedir. Duygulanımları, düşüncelerle, imgelerle ve içgüdünün diğer temsilcileriyle kolayca birleşebilen, ruhsallıktaki içgüdünün en doğrudan türevleri olarak tanımlar. Bu alternatif temsil, Freud’un (1899) bilinci, dışsal ve içsel olmak üzere algının çift yüzeyine sahip duyusal bir organ olarak tanımlamasını ve duygulanımın içsel yüzeyden doğarken düşüncelerin dışsal yüzeyin fenomenleri olduğunu öne sürmesini akla getirir. Bu duygulanımları, organik duyumlarla hizalama eğilimindedir ve literatürümüzde Kulovesi (1931) tarafından eleştirilen James-Lange teorisine çok yaklaşmaktadır. Aslında duygulanımların organik duyumla çok yakından bağlantılı olduğunu biliyoruz, ancak genellikle duygulanımsal bir deneyimin duyusal ve duygusal unsurlarını birbirinden ayırıyoruz. Freud, stereotipleşmiş organik reaksiyonların, kaygının ayrılmaz bir parçası gibi görünmesi gerçeği nedeniyle kaygıyı diğer duygulanımlardan ayırmaktadır (Freud,1926). Şüphesiz önceki yazılarında duygulanımları, içgüdüsel yayın içeri ileten tarafından ziyade, dışarı ileten tarafında konumlandırdı. Böylece, 1915’te, duygulanımlar ve duygular [İng. emotions], son ifadesi his [İng. feelings] olarak algılanan boşalım süreçlerine karşılık gelirken ‘düşünceler yüklüdür – nihayetinde bellek izleridir’ – şeklinde yazar. ‘ (Freud, 1915 sf. 111). Ayrıca ‘Duygulanımsal etkinlik, esas olarak motor işlevde (yani salgısal ve dolaşımsal boşalım) kendini gösterir, bu da öznenin kendi vücudunun dış dünyaya atıfta bulunmadan (iç) bir değişikliğine yol açar; motilite, dış dünyadaki değişiklikleri etkilemek üzere tasarlanmış eylemlerde kendisini gösterir. ‘ (Freud, 1915 sf. 111 -dipnot). Bu boşalım fikri ‘Ketlenmeler, Semptomlar ve Kaygı’ da belirtilen, duygulanımların histerik atakların çok daha geniş bir bağlantıda da olsa, normal eşdeğeri olabileceği düşüncesinde hala mevcuttur. Freud, kaygıyı doğum deneyiminin tam bir şekilde yeniden üretilmesi olmak zorunda olmayan bir çökelti olarak tanımlar ve tüm duygulanımların muhtemelen filogenetik deneyimlere bağlı bu tür çökeltiler olup olmadığını sorgular (Freud, 1915 sf. 76). Bu, içgüdülerin önceki tanımlarından çok da uzak olmayan bir kavramsallaştırmadır, ‘en azından kısmen, filogenez sırasında organizmada modifikasyonları etkileyen farklı dış uyarım biçimlerinin çökeltileri’ (Freud, 1915, sf. 64). Kaygının semptom oluşumu ile ilişkisi ve gelişimdeki rolü hakkındaki tüm modern anlayışlarımız duygulanımın kendisinin bir boşalım olduğu fikri ile çelişmekte ve hem dış hem de iç dünyada boşalıma yöneltenin bir gerginlik-fenomeni olduğu görüşünü desteklemektedir. Duygulanımın bilincin bir modu olması ile klinik deneyimler bizi duygulanımı hem topografik olarak hem de zamansallık içerisinde içgüdü-tepki yayının ortasına yerleştirmeye iter. Kendiliğinden ortaya çıkan duygulanımlar her zaman bilinçdışı uyaranlara sahiptir ve pratikte, hayal kırıklığının, özellikle içsel hayal kırıklığının belirgin olduğu yerlerde duygulanımsal etkinlik yüksek olma eğilimindedir. Walder nevrotikleri, içgüdüsel bozuklukla aynı kefeye koyduğu aşırı duygulanımsal etkinliğe vurgu yaparak diğer ruhsal hastalardan ayırır (Walder, 1936 sf.93). Glover, “Birincil obsesif durumun aslında bir duygulanımsal durum olduğunu, daha doğrusu, çok basit bilinçdışı düşünsel içeriğe sahip bir dizi değişken duygulanımlar olduğunu ve tüm karmaşık obsesyonel ritüellerin görünürde aynı nesneye sahip olduğunu” düşünüyor. Yani, duygulanımın iyi bölünmüş bir halde geçebileceği kavramsal sistemlerin daha da karmaşık bir ağını sağlamak. Herhangi bir sebepten ötürü, bu ritüellere müdahale edildiğinde daha büyük duygulanımların varlığını bir kez daha gözlemleriz (Glover, 1936 sf.137). Konversiyon histerisinden muzdarip bir hasta, semptomlar geliştirmediğinde ‘çürümüş hissettiğini’ çok erken fark etti. Hiç kimse ona semptom oluşturma güdüsü hakkında hiçbir şey öğretemez veya fikrini değiştiremezdi. Uygulamada kişi, sadece semptomları değil, duygulanımsal gelişimi kısa devreye uğratmak için tasarlanmış dürtüsel davranışları da gözlemleyebilir. Düzenli olarak herhangi bir ciddi duygulanım aktarımı tehdidi ile karşılaştığında, derhal analizden kurtulmak için mümkün olan en güçlü dürtüleri hisseden bir hastam var.
Gerilim fenomeni olarak duygulanımlar kavramı, elbette Freud’un ruhsal aygıtın çalışmasına ilişkin en erken formülasyonları ve haz-acı prensibi ile uyumludur (Freud, 1899). Niceliksel tarafta, içgüdü-gerilimin duygulanım olarak kabul edilebilir hale geldiği bir eşik ve uyaranın kendisinin gücü ile ya da hayal kırıklığı nedeniyle set çekilerek ulaşılan daha yüksek bir eşik, bunun üzerine de duygulanımın tolere edilemez hale geldiği ve dışarıya veya içeriye doğru derhal boşalma gerektirdiği bir eşik olduğunu düşünüyorum. Weiss’in (1936) bedensel ve zihinsel ağrı arasındaki benzerlikler görüşü bununla uyum sağlar. Tüm duygulanımların haz verici veya acı verici olarak tonlanması ve çoğu kez de bu ikisinin karışımını içermesi, gerginlik derecesi ile haz verici veya acı verici tonlama arasında genel bir ilişki olduğunu gösterir, ancak kesin ilişkiler hala son derece belirsizdir. Freud’un erotik gerginlik ile ilgili belirttiği gibi (Freud, 1905, sf. 68), haz verici duygulanımın yüksek gerilimininden haz alınabilirken, acı verici duygunun düşük gerginliğinin dayanılmaz olduğu açıktır. Niceliksel faktörler de göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca, Freud’un kaygının gelişimi hakkındaki en son görüşlerinin (Freud, 1933, sf. 122,) yanına acı üretimi hakkındaki erken görüşleri (Freud, 1915a, sf.67) koyulursa, kişi, acı ve kaygının aynı şey olduğunu ve tüm içgüdü-geriliminin kaygı-gerilimine dönüşmekle tehdit edildiğini hisettiği bir duruma doğru yaklaştığını hisseder. Bu, Freud’un her zaman ısrar ettiği şeyi, yani insan doğasında var olan içgüdüsel itkilerin çoğunu ortadan kaldıracaktır. McDougall’un (1922, sf. 47) yaptığı gibi, her birincil itkinin niteliksel olarak kendi spesifik duygulanımına yol açtığını (ve muhtemelen kendi nicel eşiklerine sahip olduğunu) varsaymak daha güvenli görünmektedir. Kuşkusuz, (Ernest Jones’un ardından, 1929, sf. 278) korku, libidinal veya agresif içgüdülerden türetilmesi gerekmeyen, ancak onlarla bağlantılı olarak kolayca uyandırılan birincil bir duygu olarak kabul edilirse, tüm durum büyük ölçüde basitleştirilir.[2] Freud’un medetsizlik kaygısının, kaygının özü olduğu yönündeki düşüncesi ile uyum içerisindedir (Freud, 1926, sf.126) ve doğumun insanın kaygı deneyiminin prototipi olarak görülmesi ile de çelişmez. Hayattaki ilk korku durumu, ruhsallıkta bir iz bırakmalı ve aynı birincil duygulanımı içeren daha sonraki durumlarda yeniden aktif hale gelme eğiliminde olmalıdır. Gerçekten bu, biyolojik ve psikolojik olarak sağlam desteğe sahip bir tasarım gibi görünmektedir. Dahası, hayvanlarda gözlemlenebilecek olan korkuya verilen üç tip tepki, yani kaçma, donakalma ve saldırı, bebeklerde de gözlemlenebilir ve ruhsal faaliyetlerde paralellikleri vardır. Elbette zorluk, birincil içgüdülerin ve duyguların neler olduğunu çözmekte yatmaktadır. Genellikle aynı içgüdüsel itki çeşitli duygulara yol açabilmektedir. Buna da ek olarak asla tekil bir itki ile uğraşmamakta olduğumuz gerçeği vardır. Ancak itkilerin kaynaşması ve duygulanımın varyasyonları nesne ilişkileri içerisinde meydana gelmektedir. Açıkçası, benlik bağlantılarını göz önünde bulundurmadan sadece duygulanım ve içgüdü ilişkilerini dikkate alarak daha ileriye gidemeyiz. Burada en umut verici yaklaşım gelişimsel yaklaşım gibi görünmektedir.
Bilinç içeriğinin sınıflamaları veya benlik deneyiminin biçimleri, hepsi özbilinçli [İng. self-conscious] yetişkin benliklerin içgözlemlerine dayanır. Bebeğin bilincinin şafağında şartlar ne durumdadır? Burada sadece spekülasyon yapabiliriz, ancak klinik kanıtlardan ve bebeklerin davranışlarına ilişkin çok kısıtlı kayıtlarımızdan ne çıkarımlar yapabiliriz? En erken hipotezlerin, klasik bir mantıksal hata olan yetişkinin bütünsel benliğinin bebeğe atfedilmesi yöntemini kullanması nedeni ile geçersiz kılındığı giderek daha belirgin hale gelir. Glover’ın ‘en erken benlik eğilimlerinin çok sayıda dağınık içgüdülerden türetildiğini ve iki yaşlarında tutarlı bir anal sadistik organizasyon kuruluncaya kadar kademeli olarak birleştiği” düşüncesinde (Glover, 1932, sf. 8) haklı olduğuna inanmaktayım ve başlangıçta, aşağı yukarı belirgin tepki sistemleri kadar çok benlik çekirdeği vardır. Sonuçta, gözlemlerimizden bilincin başlangıçta aralıklı ve süreksiz olduğunu biliyoruz. Yeni doğan bebek uyanık olduğundan daha fazla vakti uykuda geçirir ve kendiliğinden uyanma genellikle bazı ihtiyaç veya rahatsızlıktan kaynaklanır. Uyanmaya zorlandığında durumlar ise korkutucudur. Her iki durumda da genellikle son derece duygusaldır. Bebeksi tepkiler coşkusal ve “ya hep ya hiç” modeli ile karakterizedir. Şu an için bebek, ruhsal olarak tamamen şimdiki deneyimde yaşamaktadır ve yetişkin bakış açısına karşılık gelen bir şey yoktur. Mesele şu ki, bu aralıklı bilinç parlamalarının her biri, bilinçli olduğu kadarıyla bir benlik deneyimidir ve yeniden etkinleştirilebilen, benlik yapısı itibariyle bir benlik öğesi olarak kabul edilebilecek bir hafıza izi bırakır. Tekrarlanan deneyimlerle damgalanan bu türden herhangi bir unsur bir benlik çekirdeği oluşturabilir ve içgüdüsel bir oral önceliğin bir benlik-oral-çekirdeksel önceliğe karşılık gelmesi gerektiğini, farklı benlik-çekirdekleri arasındaki erken bağlantıların neden gerçekleştiğini ya da bu bağlantılarının ne kadar değişken olabileceğini görmek zor değildir. Bu nedenle, Melitta Schmideberg tarafından yeme bozuklukları hakkında yayınlanmamış bir makalede vurgulanan oral semptomatolojinin karmaşıklığı, ilk çekirdeklerin karakterinde ve erken bağlantılarında mümkün olan çeşitliliği yansıtır. Analizden, bağlantıların ortak bir nesneyle ilişkili olarak farklı çekirdeklerin eşzamanlı ya da hızla başarılı bir şekilde etkinleşmesi yoluyla çok kolay gerçekleştiği izlenimi edinilir. Ancak burada bizi ilgilendiren şey benlik-gelişimi değil, sadece duygulanımla olan bağlarıdır. Duygulanım, davranıştaki ifadesinden anlaşılacağı gibi, iç koşullar veya dış olaylar tarafından uyandırılabilir. Hem içsel ihtiyaçtan hem de bu ihtiyacın karşılandığı dış dünyadan gelen tepkinin doğasından etkilenir. Ortaya çıkan duygulanım, aslında, itkinin yazgısının ve başlangıçtaki ruhsal nesne oluşumunun doğasının göstergesidir. İyi bir dış nesne, içgüdüleri tatmin eden ve dolayısıyla memnuniyet hissi üreten bir nesnedir. Ruhsal nesnenin iyi ya da kötü doğası, onunla bağlantılı olarak deneyimlenen hoşnutluk ya da hoşnutsuzluk hisleri belirlenecektir. Veya Joan Riviere (1936, sf. 418)’nin ifade ettiği gibi, iyi bir his iyi bir nesne, kötü bir his kötü bir nesne yaratır. Belki de hiçbir yerde dışsal ve içsel gerçeklik arasındaki sürekli etkileşim, duygulanım alanında olduğundan daha açık değildir.
Zihinsel yaşamın başlangıcında, nesne-farklılaşması ve yatırımı öncesi, birincil özdeşim olarak nitelendirdiğimiz bir aşamayı varsaymaya alışkınız. Bu ilk aşama, tanım gereği, bilişsel farklılaşmadan yoksundur. Duygu-farkındalık hali olduğu varsayılır, ancak duyusal izlenimlerden yoksun olabilir. İngilizce ‘duygu’ [İng: feeling] kelimesinin iki anlamlılığı, bu durumun bir duyusal füzyon ve duygulanım farkındalığı olduğuna işaret eder. Çocuk, örneğin memeyi, onu kavramaya başlamadan (yani tanımaya başlamadan) önce duyumsamalı ve kendi ağzını tanımadan önce emme duyumunu hissetmelidir. Duyusal deneyimde temeli olan her yerde tanıma geliştirecektir. Böylece kendilik bilgisi ve yatırımı, dış dünya bilgisi ve nesne yatırımı ile eş zamanlı ilerleyecektir. Freud, ‘Benlik her şeyden önce bir beden-benliğidir’ dedi (Freud, 1923, sf. 33), ancak bu aşamada benliğin ilk başta bir dizi duyum-benliği, kısmi beden-kısmi nesne çekirdeği olduğunu söylemenin avantajları olabilir gibi görünüyor. Joan Riviere (1936), Viyana makalesinde iç nesne oluşumunda organik duyumların önemini gösterdi.
Çocuk önce sadece kendi duyguları ve duyumları ile ilgili olarak nesnelerle ilgilenir, ancak duygular nesnelere sıkıca bağlanır bağlanmaz, içgüdü-savunma süreci nesnelere karşı bir savunma süreci haline gelir. Bebek daha sonra nesne-taşıyıcılarını manipüle ederek duygularını kontrol etmeye çalışır. İçe alım ve yansıtma mekanizmaları aslen, nesnelerle somut ilişkiler olarak düşlemleştirilmiş duyguları kontrol etme yöntemleridir. Uygulamada genellikle bir semptomun olduğu her yerde bunu buluruz; kötü içselleştirilmiş nesnelerin endişeli bir şekilde dışarı atımı olarak yorumlanabilen ishal, istenmeyen duygulanımlardan kurtulma girişimi olarak da anlaşılmalıdır. Örneğin obsesif bir nevrotik, hamileliğini tekrarlayan ishal ataklarının yardımıyla sonuna kadar götürebildi. Çocuğunu dışkıya ilişkin kötü nesneleri dışarı atarak korudu, ancak bu süreçle kendi içinde tedavi etmeye çalıştığı şey onun çiftdeğerli duygusal çatışmasıydı.
İyi ve kötü nesneler arasındaki bebeklik döneminde var görünen keskin zıtlık, belki de kısmen, erken duyguların birbirini izleyen doğasının birbirini bütünlemesinin sonucudur (öfke içindeki bebek, hoşnut bebekten ruhsal olarak farklı bir bebektir) ve ayrıca belki de Hardcastle’ın (1935, sf.10) belirttiği bebeğin başlangıçta muhtemelen gerçek duyum ile yoksunluk sırasında ortaya çıkan halüsinatif görüntü arasında ayrım yapamayacağı gerçeği nedeniyledir. Bu tatmin edici olmayan görüntü Freud’un düşündüğü gibi çocuğu sadece gerçeğe doğru zorlamakla kalmaz, aynı zamanda ‘kötü nesne’ oluşumu için sürekli bir odak oluşturur.
Duygulanımların benliğin ilerleyici örgütlenmesinde önemli bir rol oynaması gerektiği açıktır, ancak her zaman burada devam eden, duygulanımlarının, benlik sistemlerindeki yapılanmaları aracılığıyla kendilerini değiştirdiği karşılıklı eylemi hatırlamak zorundayız. Dilediği kadar emdikten sonra mutlu bir şekilde idrar yapan çocuk, oral ve üretral benlik sistemleri arasında, sürekli öfkeyle altını ıslatırken kurduğundan çok farklı bir bağlantı kuracaktır. Genel olarak, bu çekirdekler bütünleşme, benzer şekilde bu duygular da kaynaşma eğilimindedir. Freud’un ‘saf haz benliği’ (Freud 1915 sf. 78) hiçbir zaman gerçek varlığa sahip olmayabilir, ancak biz benlik-sentezini libidonun bir işlevi olarak kabul ediyoruz. Bu ikinci yılda ortaya çıkıyor görünen eşgüdümlü kişisel benlik ve yavaşça büyüyen ben-sistemi için istikrarlı bir çekirdek sağlayan ‘iyi’ beden sistemleri ile ilişkili pozitif olarak tonlanan ‘iyi’ nesnelerdir. Bu kesin “Ben” nin, özbilinç [İng: self-consciousness] kapasitesi ile ortaya çıkışı, akademisyenlerin basit bilinç olarak adlandırdığı şeyden farklı olarak, Melanie Klein (1935, sf. 147)’ın ve Joan Riviere (1936, sf. 413)’in belirttiği kısmı nesne ilişkisinden bütün nesneyi idrak etmeye ve bütün nesne yatırımına geçişe karşılık gelir. Bu geçiş, Klein’un görüşüne göre, nesnelere karşı çiftdeğerliliğin tanınmasının eşlik etmesi nedeni ile düzenli depresif konumun habercisidir. Bu ilkel çiftdeğerlikli ben, kendi saldırganlığını reddetmek için manik savunmaya (Riviere, 1936) başvurabilir ve Glover (1935)’ın işaret ettiği gibi, kendisini melankolik ve paranoyak durumlardan korumak için çok çeşitli duygu değişimleri üretme eğiliminde olan obsesif manevraları kullanmaya başlayabilir. Kişinin, parça-nesne ilişkilerini bir kenara atma anlamına gelen tam bir nesne oluşumu sürecinde, tam bir benlik-bütünleşmesini sağlama sürecindeki başarısından daha ileriye gidebileceği konusunda şüphe duyduğumu eklemek istiyorum. Bu bir derece sorunudur.
Duygulanımların, gerçek insanlara karşı sevgi ve nefretin kalıcı tutumları ile koordine olmaya başlaması erken kesin “Ben” aşamasında olmalıdır. Bence gereksiz karışıklıklardan kaçınmak için farklı duygulanımsallık dereceleri için farklı kelimeler kullanmalıyız. Birincil duygulanımların ne olduğuna henüz karar vermediğimiz doğrudur, yine de korkuyu bu şekilde kabul etmek için geçerli sebeplerimiz olduğunu gördük, ancak niteliksel olarak farklı oldukları sürece bu duygulanımların yalın (örn. iştahsal arzular, kaygılar ve öfkeler.) olduklarını varsaymakta haklı görünürüz. Ernest Jones’un ‘çekim’ ve ‘itim’, ‘hoşlanma’ ve ‘hoşlanmama’ (Jones, 1924, sf. 261) başlıkları altında içgüdüler gruplandırması, duygulanımlara uygulanabilir. Alexander (1925, sf. 406)’ın vektörleri, birleşme, eleme ve tutma [İng:incorporation, elimination, retention], duyguların kendisinden ziyade itkinin mantığını ifade eder ve önemli savunma mekanizmaları ile paraleldir. Duygulanımlar arasındaki niteliksel farklılaşmaya katkıda bulunmazlar. Ancak duygulanımlar sözcük anlamında sempatik veya antipatik olarak niteliksel bir şekilde gruplanabilir.
Duygulanımı genel bir terim olarak kullanmaya devam edersek, İngilizce’de ‘his’ [İng: feeling] kelimesi, yetişkin anlamında nesnesiz olabilecek, ancak duyumlarla her zaman ilişkili ve sıkı bir şekilde iç içe geçmiş bu nispeten saf duygulanımsal dalgaları ifade etmek için en iyi seçenek gibi görünüyor. Nesnelerle bağlantılı ilk duygulanımlar, görece basit parça-nesne sistemleri ile ilgili olarak benlik çekirdeğinde ortaya çıkan duygulanımlar, ilk duygular [İng.emotions] olarak sıralanabilir.[3] Kendi başlarına duygu olmayan, ancak belirli nesneler hakkında belirli duyguları deneyimleme eğiliminde olan tutumlar için Shand tarafından kullanılan terim olan “hissiyat”ı [ing: sentiment] kullanabiliriz (Shand, 1914, sf. 50). Duyguların yazgıları ve hissiyatın kökeni hakkında daha detaylı bir çalışmadan çok fazla şey öğrenebileceğimize inanıyorum.
Ancak başka bir zorluk daha var. Sadece kişisellik öncesi ve sonrası [pre- ve post-personal] benlik ve duygulanım gelişim dönemleri ile uğraşmıyoruz. Ayrıca benlik farklılaşması, üstbenlik ve benlik bütünleşmesi ile de başa çıkmak zorundayız. Çoğu İngiliz analist, üstbenlik oluşumunun erken başlangıcında Melanis Klein (1932) ile hemfikir olma eğilimindedir, ancak neden bazı içealımların üstbenlik özdeşimlerine ve diğerlerinin de benlik özdeşimleri yol açtığı konusu hala gizemini korumaktadır. Belki de iyi nesnelerin, gelişen ben-sistemlerinde özümsenme eğiliminde olmasında bir ipucu bulunabilir. Yetişkinlerde, benlik ile iyi üstbenlik veya ben-ideali arasındaki çizgi nadiren benlik ve düşmanca üstbenlik arasındaki kadar keskin bir şekilde tanımlanır. Bebek, her şeyden önce, acı verici hislerden kaçınmak ister, bu nedenle, başlangıçtan itibaren, bileşik kötü sistemler oluşturmak için birbirleriyle birleşmeleri dışında, kötü sistemler izole olma eğilimindedir. Tüm temsil sistemlerinin, ilkel olsa da benlik-nesne sistemleri olduğu,[4] ve hepsinin düşlemsel ayrıntılandırma ile biçimi değişebilse de duyusal deneyimlerden kaynaklandığı vurgulanmalıdır. Benliğin son haliyle ile hiçbir zaman bütünleşmeyen bu tür birçok sistem ortaya çıkabilir ve bu bağlamda Melanie Klein analizde ortaya çıkan bazı düşlemlerin hiçbir zaman bilinçli olmadıkları, yani bu bağlamda benlik ya da öz-bilinçlilik için hiçbir zaman ulaşılabilir olmayacakları görüşünde haklıdır. Kuşkusuz bu, bazı duygulanımların bu kadar erişilemez olmasının ve düşlemlerinin sözelleştirilmesinin çok zor olmasının nedenlerinden birisidir. Bunlar kökensel olarak dil öncesine aittir. Duygulanımın dili konuşma dilinden daha eskidir. Bebek sesini kelimelerden çok önce duygularını iletmek için kullanmaya başlar. Ferenczi (1916, sf. 190-1)’nin belirttiği gibi, konuşmayı öğrenmeden çok önce, ağlamak ve çığlık atmak gibi bir hissel-konuşması [İng:feeling-speech] ile dış dünyayla iletişim kurar. Hissel-konuşmaya gerileme erken çocukluk durumlarının analizinde hiç de nadir değildir.
Burada, bastırılmış duygulanımların açık bir şekilde varlığı tarafından oluşturulan ikilemden bir çıkış yolumuz bulunmaktadır. Bastırılmış olan, aslında, esas benlikten ayrılmıştır ancak kendi içinde ilkel bir benlik parçasıdır. Burada, teoride belirli bir paradoks bulunmaktadır. Tanım olarak, id, içgüdüsel dürtülerin örgütlenmemiş bir deposudur ve yine de her zaman bir dereceye kadar bir örgütlenme sergileyen bastırılmış bilinçdışı da ona atfedilir. Bastırılmış bilinçdışını ilkel benlik sistemine aktarmamız gerektiği anlaşılıyor. Duygulanımlar ile uğraşırken sadece itki-nesne gerilimleriyle değil, aynı zamanda benlik içi ve benlik dışı gerilimlerle de uğraşmaktayız.
Bastırılmış bir-benlik deneyimi parçası bilince girdiğinde ne olur? Hasta daha önce tahammül edemediği duyguları hisseder. Onun için, bu hissi aslen kışkırtan koşulları aktarım yorumuyla yeniden inşa edebilirsek, özellikle düşlemlerinin çocuksu gerçeklik temellerini işleyebilirsek, deneyim kişisel tarihinin bir parçası olarak görünmeye başlayacaktır. Yapısal terimlerle, ayrışan parça-benlik, gerçeklik-benliği ile bütünleşebilir. Duygusal boşalım, hissetme yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz, ancak çocuksu duyguların patolojik yoğunluğunu azaltır. Başlıca işlevi şimdiye kadar engellenmiş olan id’den kişisel benliğe giden yolu açmaktır. Derinlemesine çalışma, kısmen, artık duygulanım torbalarının bir boşaltımıdır, ancak özünde, benlik-özümsemesinin ve yeniden bütünleşmenin dengeleyici bir sürecidir.
Bu yazı Federn (1936)’in son katkısı yayınlanmadan önce hazırlanmıştır ve onun katkılarını okuduktan sonra çok benzer görüşler ifade ettiğini gördüm ancak bazı farklılıklarla. Bu farklılıklar genel olarak, duygulanım teorisini narsisizm ve benlik sınırları üzerine görüşlerine uygun hale getirme çabasında yatmaktadır. Böylece o, başlangıçta duygulanım ile yatırım arasında bir zıtlık betimler. ‘bei den Objektinteressen tritt das leh mit einem libido-besetzen Objekt in Beziehung, bei den Affekten mit einem libido-besetzen Vorgang des Ichs selber’ (Federn 1936, sf.13) der. Ancak duygulanımların yatırımlarla ilişkili olarak ortaya çıktığını kabul etmek zorundadır. Onun duygulanım tanımı ‘Affekte entstehen stets zwischen zwei aufeinander wirkenden Ichgrenzen und sind verschieden je nach der Art der Triebbesetzheit des Ichs an diesen Grenzen’ (Federn 1936, sf.14). Fakat bazı duygulanımlar konusunda, özellikle de benlikte ortaya çıkan kaygı durumlarında, bunun ötesine geçmek zorundadır. Genel olarak, duygulanımlar çekirdeksel kavramlara sınırsal kavramlarından daha kolay uyum sağlar.
Sonuç olarak, uygulama tarafı hakkında sadece olabilecek en özet için zamanım var. Ruhsallığın dinamikleri duygulanım dinamiğidir. Uygulamada, duygulanımlar ile uğraşırken canlı enerjiyle uğraştığımızı kendimize çok sık hatırlatamıyoruz. Analistin herhangi bir anda özdeşleştirileceği nesne ne olursa olsun ve anlık aktarım durumunun yaratılmasından hangi mekanizma veya mekanizma kombinasyonları sorumlu olursa aktarım ilişkisi her zaman ve başından sonuna kadar duygulanımsaldır. Analistlerde akılsal süreçlerin önemini en aza indirmeye niyetinde değilim ancak analiz sürecinin entelektüel bir süreç değil, duygulanımsal bir süreç olduğunu hatırlamak hayati önem taşımaktadır. Analist ile hasta arasında “ahenk” [İng:rapport] dediğimiz gizemli duygulanımsal temas kurulmadığı sürece analiz devam edemez. Duygulanımları zekice yorumlamalıyız, ancak bunu sadece empati ile onlara doğrudan temas ettiğimiz sürece yapabiliriz. Sadece empati ile hastanın ne hissettiğinden emin olabiliriz. Bana göre empati, gerçek telepatidir, sağlıklı ve temeli olan analiz için vazgeçilmezdir. İhtiyacımız olan bilgelik, entelektüel kavrayışın duygusal sezgi ile birleşimidir. Ayrıca, duygulanımı sadece itki-nesne açısından fark etmek ve yorumlamak zorunda değiliz. Duygulanımın kendisini analiz etme gibi bir görevimiz daha vardır. Klinik olarak tanıştığımız duygulanımların neredeyse tamamı son derece farklılaşmış nihai ürünlerdir. Arapsaçı haline gelmiş bileşik bir duygulanımı açığa çıkardıkça, gelişimsel tarihin parçalarını gözler önüne sermekteyiz. Sadece tarihin izini sürmüyoruz aynı zamanda tarihin oluşmasına da tanık oluyoruz. Gözümüzün önünde devam etmekte olan duygulanımsal değişim süreçlerini gözlemleyebiliriz. Tedavi sürecini,” üstbenlikte kalıcı bir değişiklik” olarak yapısal terimlerle meşru bir şekilde ifade edebiliriz, ancak aslında bu değişikliği sadece hastanın içe aldığı nesneler ile ilgili duygularını yeniden hissetmesini sağladığımız sürece ortaya çıkarırız. Üstbenlik değişimi sorunsalı, uygulamada, aktarım kaygısının ve aktarım çiftdeğerliliğinin çözülmesi sorunudur. Aktarım nefretinin ilerleyici libidinalleştirilmesinde, üstbenlik değişiminin hikayesini görebiliriz. Mantıksal teoriye sahip olmalıyız, ancak teori ile değil canlı duygularla çalışmaktayız. Duygulanımlarla ilgili pratik bilgimize sürekli karşılaştırarak teorimizi kontrol etmeliyiz.
KAYNAKÇA
Alexander, Franz ‘The Logic of the Emotions’ Int. J. Psychoanal. 1935 XVI399
Fedem, Paul ‘Zur Unterscheidung des gesunden und krankhaften Narcissmus’ Imago 1936 XXH 5-38 M Ferenczi, Sandor Papers on Psycho-Analysis 1916 Badger.
Freud, Sigmund The Interpretation of Dreams Chap. VII 1899 Revised edition, 1932 George Allen and Unwin.
Freud, Sigmund Three Contributions to Sexual Theory 1905 Fourth edition, 1930 Nervous and Mental Disease Publishing Company.
Freud, Sigmund ‘Instincts and Their Vicissitudes’ 1915 Collected Papers in four volumes. (Hogarth Press.jIV. Hogarth Press. [—>]
Freud, Sigmund ‘The Unconscious’ 1915 Collected Papers in four volumes.
(Hogarth Prcss. jIV.
Freud, Sigmund Inhibitions, Symptoms and Anxiety Hogarth Press. [—»]
Psychoanal. 1935 XVI 131 [—»]
Freud, Sigmund The Ego and the Id 1927 Hogarth Press. [—>]
Freud, Sigmund New Introductory Lectures No. XXXII 1933 Hogarth Press. [—►] Glover, Edward ‘A Psycho-analytic Approach to the Classification of Mental Disorders’ J. Mental Sci. October, 1932 Glover, Edward ‘A Developmental Study of Obsessional Neurosis’
Hardcastle, D. N. ‘A Suggested Approach to the Problems of Neuro-Psychiatry’ J.
Mental Sci. April, 1935 Jones, Ernest ‘The Classification of the Instincts’ Brit. J. Psychol. 1924 XIV 256 Jones, Ernest ‘Fear, Guilt and Hate’ Int. J. Psychoanal. 1929 X 383 [—»]
Jones, Ernest ‘Psychoanalysis and the Instincts’ Brit. J. Psychol. 1936 XXVI273
Klein, Melanie The Psychoanalysis of Children Chap. VIII 1932 Hogarth Press.
Klein, Melanie ‘The Psychogenesis of Manic-Depressive States’ Int. J.
Psychoanal. 1935 XVI145 [—>]
Kulovesi, Irgo ‘Psychoanalytische Bemerkungen zur James-Langeschen Affekttheorie’ Imago 1931 XVII392 [->]
McDougall, William Social Psychology 17th edition, 1922 Methuen.
Nunberg, Hermann Allgemeine Neurosenlehre 1932 Hans Huber. [—>]
Riviere, Joan ‘A Contribution to the Analysis of the Negative Therapeutic Reaction’ Int. J. Psychoanal. 1936 XVII 304 [—►]
Riviere, Joan ‘The Genesis of Psychical Conflict in Early Infancy’ Int. J.